16 Mayıs 2011 Pazartesi

Necmeddin Okyay

Necmeddin Okyay



Pek çok hünerlerinin (mürekkepçilik, aharcilik, okçuluk, gülcülük, eski tarz mücellitlik, hatalık vb.) yanı sıra ebruculuğu da meslek edinen Hafız Necmeddin Okyay bu sebeple üstadı Edhem Efendi gibi hezarfen lakabıyla anılır.  
Hoca ebruya başlayışını ve ilk defa yalnız başına ebru yapışını şöyle anlatır: “Özbekler Şeyhi edhem Efendi’ye arkadaşım Abdülkadir ile birlikte devam ettik ve ebruculuğu öğrendik. Abdülkadir Efendi bir müddet sonra sıkılarak devamdan vazgeçti, ben ise sabırla yürüttüm. Ancak Ramazan girince camideki vazifem dolayısıyla hocamdan müsaade rica ettim. Bayramdan sonra da gidemedim. Hep yolumu gözlemiş, hatta bir gün oğlu, “Efendi baba isterseniz çağırtalım”, deyince “yarın nasıl olsa gelir” cevabını vermiş. Ve ben ertesi günü aldığım acı haber üzerine namazını kılmak için Tekkeye gittim… Bize ilk defa ebru yapılmasını gösterdiği vakit duyduğum heyecanı unutamam. Teknedeki suyun üstünde yayılan renkler beni hayretlere gark etmişti. Onun vefatından sonra evimde yalnız başıma ebru yapmaya başladım. Önce küçük bir teknede yaptım tuttu. Büyük tekneye geçince boyalar akmaya başladı. Sanki evvelki ebruları ben yapmamışım. Uğraştım, uğraştım... ağlayacak hale geldim. Neyse yatsı vaktine doğru biraz yüz gösterir gibi oldu. Uykuyu terk ederek çalıştım. Bir aralık kulağıma sesler geldi. O devirde yangın çıkınca bekçiler “yangın var” diye bağırırlardı. Ben öyle zannettim sokağa çıktım. Meğer sabah ezanı okunuyormuş. Lakin o gece fevkalade ebrular zuhur etti. Sonra ikinci bir defa yaptım akmaya ve tutmamaya başladı. Kıvamını bulana kadar neler çektim. Üstadımın “ebru sihir gibidir bazen tutar bazen tutmaz” sözünün ne demek olduğunu o zaman anladım… Tecrübelerime göre temiz kitreli su ile ebru yapılmaya başlanırken önce yüz kadar prova yapmak icap eder, tekne ondan sonra yüz göstermeye başlar. Bu her zaman böyle olur… Daha sonra Medresetü’l Hattatin’de ve Güzel sanatlar Akademisi’nde ebru öğretmenliği yaparken, yeni tekne tutacağım vakit, öğrencinin karşısında mahçup olmak korkusuyla Yasin’ler Hatim’ler adadığımı bilirim.
Çiçekli ebru’ya başlayışım da şöyle oldu. Medresetü’l Hattatin’deki hocalığım sırasında bir zat gelerek “Çiçekli ebru yapmanızı istiyorum” dedi “Efendi beyim” dedim. “Bu sanatta öyle çiçek filan olmaz, gerçi eskiler tecrübe etmişlerdir ama o da çiçeğe pek benzemez” adam “Hoca değil misiniz yapmanız lazım” deyice eve geldim, tekneyi kurdum, çiçek şekillerini çıkartmak için uğraşmaya başladım. O esnada bize, çok sevdiğim arkadaşım Hattat Macid Ayral geldi. Ben lale yapmaya çalışıyordum. Macid birden “Birader şu uçları yukarı doğru çeksene” dedi. Ben hayatta, bir işi bilmeyenlerden o iş hakkında çok şey öğrenmişimdir. Bu da öyle oldu. Elimdeki tek at kuyruğunu teknenin içinde yukarıya doğru çekince, çiçek tıpkı laleye benzedi. Çok heyecanlandım ve zevklendim. Günlerden Cuma olduğu için, camiye namaza indik . Namazdan sonra lale, sümbül, karanfil, o mevsimde hangi çiçekler varsa hepsinden aldım ve eve dönüşte onlara bakarak teknede aynını resmetmeye başladım.  
23 Mayıs 1916 da Medresetü’l Hattatin’de başlayıp, 29 Ocak 1948 de akademide sona eren ebru hocalığım sırasında tekneyi kurup, nasıl yapıldığını öğrenciye gösterirdim, isteyenler de tekne başına oturup yaparlardı. Fakat insan kendisi tekne kurup ebru yapmadıkça, zorluğunu anlamadıkça “ebrucu” sayılır mı bilmem. Bu işi oğullarım Sami merhum ile Sacid’im ve yeğenim Mustafa (Düzgünman) yürüttüler.” 
Klasik sanatlarımızın canlı bir akademisi gibi etrafına feyiz saçan Necmeddin Okyay 1883 yılında doğmuş ve 1976 yılında vefat etmiştir.

Hazarfen Edhem Efendi

Hezarfen Edhem Efendi

 



Geçen asrın ebrucuları arasında en maruf olanı Üsküdar Özbekler Dergahı Şeyhi İbrahim Edhem Efendi’dir. Özbek Türklerinin kurduğu ve Hacca giden Türkistanlılar’ın İstanbul’daki uğrak yeri olduğu için bu isimle anılan dergahın Milli Mücadele tarihimizde de çok önemli bir yeri vardır. Çünkü, Milli Mücadeleye inanarak Anadolu’ya geçecek olan asker veya sivil önemli şahsiyetlerin birçoğu, İstanbul’daki son gecelerini burada geçirirler ve ertesi sabaha karşı Samandıra üzerinden yola çıkarlardı. Fen ve sanat tarihimizde Edhem Efendi’nin önemli bir yeri olması gerekirken, unutulup gitmiştir. Edhem Efendi’nin doğu ve batı kültürünü şahsında toplamış kıymetli bir hariciyeci olan torununu tanıyanlarınız muhakkak bulunur, Washington büyükelçisi merhum Münir Ertegün. Ya da yakın zamanda kaybettiğimiz ve dergahın kabristanına defnedilen önemli müzik adamı Ahmet Ertegün’ü.  Günümüzde ebru sanatını aynı tekkede icra eden Eda Özbekkangay’da yine Edhem Efendi’nin torunlarındandır. 

Edhem Efendi 1829 yılında işte bu Özbekler Tekkesi’nde doğmuştur. Daha önce bahsi geçen Şeyh Sadık Efendi’nin oğludur. Türk, Arap, Fars ve Çağatay dillerini şiir yazacak kadar iyi bilen Edhem Efendi, yaşı ilerledikten sonra hat sanatına merak sarıp Çarşambalı Arif bey’den Ta’lik hattını öğrenerek icazet almıştır. Müsbet ilimlere özellikle matematik ve kozmoğrafyaya olan ilgisi sebebiyle ünlü matematikçimiz Salih Zeki Bey ve Mekteb-i Harbiye Nazırı Galip Paşa, bu konularda kendisiyle sık sık görüşmeye gelen alimlerimizdendir. Doğramacılık, marangozluk, oymacılık, hakkaklik, mühürcülük, dökmecilik, tornacılık, demircilik, tesviyecilik, makinecilik, matbaacılık, dokumacılık, mimarlık gibi fen ve sanatlarda ihtisas sahibi olmuştur. Ebruculuk onun pek çok meziyetlerinden bir tanesidir. Bu yüzden hezarfen (bin sanat sahibi) lakabıyla anılmaktadır. Dergahdaki kuyudan suyu kendi kendine çeken bir alet yapan Edhem Efendi eserleriyle 1867 Paris Sergisi’ne katılmış ve madalya almıştır. Almanya’ya gönderdiği bir sünnet makinesi takdirname ile ödüllendirilmiştir. Bir ara ufak bir litografya makinesi tedarik edip matbaacılığa da başlamış, nihayet Rızapaşa Yokuşu’nda kurduğu matbaada kitap basmıştır. Dergahta bir sandal inşa edip, yaptığı pervaneli buhar makinesini ona tatbik etmiş ve Üsküdar Balaban İskelesi’ne hamalla indirterek buharla bu makineyi çalıştırmıştır. Pervane kuvvetiyle Üsküdar Paşalimanı’na kadar yürüttüğü sandalı kendi tabiriyle jurnal korkusundan daha ileri götürmeyerek, yine hamallara yükletip dergaha çıkarttırmıştır. Edhem Efendi kendi sözü ile belirtelim saatçilik hariç her şeyle ilgilenmiştir. Örneğin Hac mevsiminde dergaha gelen bir Hintli’den kumaş dokumasını öğrenip nadide Hint kumaşları dokumuş ve bunlardan saray için hazırlamıştır. 
Ebruculuğu babasından öğrenen Edhem Efendi’nin tekkenin ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığı ebru kağıtları denkler halinde gönderildiği Beyazıt’taki kağıtçılar çarşısında pek beğenilerek aranır, satın alınırdı. Sultan Abdülaziz de onun ebrularını görüp beğendikten sonra, şahsen tanımak istemiş, huzuruna kabul ederek kendi pehlivan cüssesinin yanında Efendi’nin pek ufak tefek kaldığını görünce “bunları bu adam mı yapıyor? Sözleriyle hayretini gizleyememiştir. 
Eserlerinden elde kalan pek az bir kısmı, bugün torun çocuklarının oturduğu ve Vakıflar İdaresi’nin malı olan Üsküdar Özbekler Dergahı’nda muhafaza edilmektedir. Yaptığı eserlerin ve ebruların bulunduğu dolabın üstüne, kendisi tarafından tertip edilmiş, aslı Arapça olan şu beytin yazdırılmasını vasiyet etmiştir. “Nakışlar dolapta saklıdır, yapan da toprakta gömülüdür.”  Bu levha vefatından sonra, ebruculukta talebesi olan Hattat Aziz Efendi’ye yazdırılarak, dolabın üstüne konmuştur. İbrahim Edhem Efendi 8 Ocak 1904 tarihinde vefat etmiştir

Şeyh Sadık Efendi

Şeyh Sadık Efendi


Buhara’nın Vabakne şehrinde doğan ve Üsküdar Sultantepesi’nde Özbekler Dergahı şeyhliğinde bulunan Sadık Efendi’nin hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ebruculuğu Buhara’da iken öğrendiği ve iki oğluna (Edhem ve Nafiz efendiler) da öğrettiği bilgimiz dahilindedir. Dergahtaki kabir kitabesinden 11 Temmuz 1846 yılında vefat ettiği anlaşılmaktadır.

Şebek Mehmet Efendi

1608 yılında yazılmış ve ebruyla ilgili elimizdeki en eski eser olan Tertib-i Risale-i Ebri’de Şebek Efendi’den “Allah ona rahmet etsin” duası ile bahsedildiğine göre ölümünün bu tarihten önce gerçekleştiği anlaşılıyor. Yine aynı eserde geçen “Nüsha-i Şebek” sözünden de, ebru hakkında bilmediğimiz bir eser sahibi olduğu meydana çıkmaktadır. Ebrularındaki gevşek görünüşün formülü de bu eserde verilmekle birlikte, o ebruları diğerlerinden ayırabilmek için gereken bilgiye sahip değiliz.

Hatip Mehmet Efendi

Hatip Mehmet Efendi
Rivayet ederler ki: Dersaadet'te kagir bir eve kıvılcım sıçrar. Yıl 1773'tür. Tez zamanda kara haber ulaşır Hatip Mehmet Efendi'ye.Başında sarığı, sırtında hırkası koşar gelir. Alevlerden içeri dalar. Yanar, ölür. Bir sanatçının eserlerini kurtarmak uğruna kendini ateşe attığının hazin  öyküsüdür  bu. O bir ebru sanatçısıdır,  sanat yaşamı da  ölümü kadar acılarla  doludur. Çilesi iğneyi suya indirmekle  başlar. XV. yy.'dan Hatip Mehmet  Efendi'ye gelene dek herkes ustasından  öğrendiği ile yetinmiş, ebru sanatını  "yozlaştırma" yoluna sapmamıştır. Bu  yüzdendir ki, kimsenin başı derde  girmemiştir sofularla. Sanki Hatip  Mehmet Efendi'nin iğnesi su üstündeki  boyaları çizmemiş, sanat efkarı umumiyesinin derisini yarmıştır. Bir  kızılca kıyamet, bir "suret yaptı, küfre  kaçtı" yaygarası. At kaçtı, torba düştü... "Suret" çizmek bir yerde bağışlanacak  çocukluktur denecek ya, gel gör ki Hatip  Mehmet Efendi üstüne üstlük bir imamdır.  Balığın başıdır. Hem Ayasofya'da imamlık  yap, hem de otur su üstüne "suret" çiz,  olacak iş mi? Ve de nerede görülmüş  sebepsiz yere kişioğlunun kendini bile  bile ateşe atıp yaktığı? Eden bulur  dünyası bu...
Hatip Mehmet Efendi'yi çok az insan bilir.  Eserlerinin neredeyse tümünün kendisi  ile beraber kül olup gittiğini de... Ebruya tutulmazdan önce ben de  tanımazdım Hatip Mehmet Efendi'yi,  eserlerinin başına gelenleri bilmezdim. Eski adıyla Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar  Yüksek Okulu mezunuyum.  "Suret" yapmak benim işim. Ne var ki "suret" zevkimde Picasso'nun kübizmi, Dali'nin sürrealizmi, Miro'nun çocuksu dünyası at koşturduğu halde, tekne başına oturduğumda "suret" yapmaktan  kendimi alamıyorum. Su üstüne figür yapmanın ne zor, ne  olanak dışı  bir iş olduğunu bilen bilir. Bu  zoru bir parça olsun başarıyor olmanın  verdiği hazzı yadsımıyorum. Ama bence işin en önemli yanı bendeki Hatip Mehmet Efendi etkisidir. Battal ebrusu yapmak niyetiyle otururum kimi kez iskemleme, su yüzüne boyaları serperim. Derken bir bakarım elim iğneye kaymış, şekil verir olmuşum renklere. Çoğu kez iradem dışına çıkar her şey.  Sağduyum bunun işe yoğunlaşma olduğunu söyler. Ama ben duygusallığıma inanırım: Aslında derim, Hatip Mehmet Efendi erken gelmiştir ya dünyaya, erken gidişi gibi; kuğular, su kuşları, baykuşlar, horozlar, ağaçlar, peyzajlar çizememiştir tedirginlikten, içinde ukte kalmıştır. Benim tekne başına geçtiğimi sezer, ruhu ayaklanır, sonra bileğimden tutar, iğneyi su üstünde yürütür.
Üstadın
marifetine hayran kalırım.  Figür biter, hazretin uktesi tamam olur.Hatip Mehmet Efendi mutlu, ben dört köşe...Ebruya imza atmak için bir icazet gerekir, derler. Bunu edinmek de o denli kolay değildir. Derler ki gene, iyi bir usta ömrü boyunca ancak iki öğrenci yetiştirir, imza atma yetkisi anlamına da gelen bir icazetname düzenler, öğrencisini usta mertebesine getirdiğini sanat efkarı umimisine törenle beyan eder. Bugün ebru çeken insan sayısı pek fazladır. Çoğunun da icazetnamesi yoktur. Hepsi de eserlerinin altına imzasını koyar. İcazetnameli olanlar buna hiddetle karşı çıkarlar. Yani kısacası, dörtbaşı mamur bir kargaşa yaşanır. Kendimi bu kargaşanın dışında tutarım hep. Bilirim ki benim icazetnamem XVIII. yy.'da düzenlenmiştir,  Hatip Mehmet Efendi tarafından. Gönül rahatlığıyla imzamı koyarım eserlerimin altına.

Ebru Sanatı

EBRU NEDİR?  



Ebru sanatı, en eski Türk kağıt süsleme sanatlarındandır.
Orta Asya dillerinden Çağatayca'da "hare gibi, damarlı" anlamına gelen 'Ebre' kelimesi Ebru sanatının bilinen ilk adıdır.
İpek Yolu ile İran'a gelen sanat, burada 'Abru' (Su Yüzü) veya 'Ebri'  (Bulutumsu, bulut gibi) olarak isimlendirilmiştir. Daha sonra Türklerle birlikte Anadolu'ya gelen bu sanatın adı 'Ebru' olarak dilimize yerleşmiştir.
Şu an Avrupa'da 'Marbling' diye bilinen Ebru 17. yüzyılda Avrupa'ya 'Türk kağıdı' adıyla gitmiştir. Ebru Türkiye'de cilt sanatının yanı sıra, hat sanatında zemin ve pervaz olarak kullanılmıştır. Hat sanatının, sanat atölyelerinde çoğalmasıyla birlikte, fonda kullanılan bu desenli kağıdın da değeri artmış, çerçevelenecek kadar önemsenmiştir.
Günümüzde, diğer soyut ve plastik sanatlar gibi değerlendirilmektedir. Ebru, görsel zerafetinin yanı sıra, bizlere mikro ve makro alemlerden, çıplak gözün göremeyeceği ilginç güzellikler sunar. Ayrıca Ebru'nun terapi özelliğine sahip olduğu, bu tarihi sanatın meraklıları için tartışılmayan bir gerçekti