Hatip Mehmet Efendi
Rivayet ederler ki: Dersaadet'te kagir bir eve kıvılcım sıçrar. Yıl 1773'tür. Tez zamanda kara haber ulaşır Hatip Mehmet Efendi'ye.Başında sarığı, sırtında hırkası koşar gelir. Alevlerden içeri dalar. Yanar, ölür. Bir sanatçının eserlerini kurtarmak uğruna kendini ateşe attığının hazin öyküsüdür bu. O bir ebru sanatçısıdır, sanat yaşamı da ölümü kadar acılarla doludur. Çilesi iğneyi suya indirmekle başlar. XV. yy.'dan Hatip Mehmet Efendi'ye gelene dek herkes ustasından öğrendiği ile yetinmiş, ebru sanatını "yozlaştırma" yoluna sapmamıştır. Bu yüzdendir ki, kimsenin başı derde girmemiştir sofularla. Sanki Hatip Mehmet Efendi'nin iğnesi su üstündeki boyaları çizmemiş, sanat efkarı umumiyesinin derisini yarmıştır. Bir kızılca kıyamet, bir "suret yaptı, küfre kaçtı" yaygarası. At kaçtı, torba düştü... "Suret" çizmek bir yerde bağışlanacak çocukluktur denecek ya, gel gör ki Hatip Mehmet Efendi üstüne üstlük bir imamdır. Balığın başıdır. Hem Ayasofya'da imamlık yap, hem de otur su üstüne "suret" çiz, olacak iş mi? Ve de nerede görülmüş sebepsiz yere kişioğlunun kendini bile bile ateşe atıp yaktığı? Eden bulur dünyası bu...
Hatip Mehmet Efendi'yi çok az insan bilir. Eserlerinin neredeyse tümünün kendisi ile beraber kül olup gittiğini de... Ebruya tutulmazdan önce ben de tanımazdım Hatip Mehmet Efendi'yi, eserlerinin başına gelenleri bilmezdim. Eski adıyla Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu mezunuyum. "Suret" yapmak benim işim. Ne var ki "suret" zevkimde Picasso'nun kübizmi, Dali'nin sürrealizmi, Miro'nun çocuksu dünyası at koşturduğu halde, tekne başına oturduğumda "suret" yapmaktan kendimi alamıyorum. Su üstüne figür yapmanın ne zor, ne olanak dışı bir iş olduğunu bilen bilir. Bu zoru bir parça olsun başarıyor olmanın verdiği hazzı yadsımıyorum. Ama bence işin en önemli yanı bendeki Hatip Mehmet Efendi etkisidir. Battal ebrusu yapmak niyetiyle otururum kimi kez iskemleme, su yüzüne boyaları serperim. Derken bir bakarım elim iğneye kaymış, şekil verir olmuşum renklere. Çoğu kez iradem dışına çıkar her şey. Sağduyum bunun işe yoğunlaşma olduğunu söyler. Ama ben duygusallığıma inanırım: Aslında derim, Hatip Mehmet Efendi erken gelmiştir ya dünyaya, erken gidişi gibi; kuğular, su kuşları, baykuşlar, horozlar, ağaçlar, peyzajlar çizememiştir tedirginlikten, içinde ukte kalmıştır. Benim tekne başına geçtiğimi sezer, ruhu ayaklanır, sonra bileğimden tutar, iğneyi su üstünde yürütür. Üstadın marifetine hayran kalırım. Figür biter, hazretin uktesi tamam olur.Hatip Mehmet Efendi mutlu, ben dört köşe...Ebruya imza atmak için bir icazet gerekir, derler. Bunu edinmek de o denli kolay değildir. Derler ki gene, iyi bir usta ömrü boyunca ancak iki öğrenci yetiştirir, imza atma yetkisi anlamına da gelen bir icazetname düzenler, öğrencisini usta mertebesine getirdiğini sanat efkarı umimisine törenle beyan eder. Bugün ebru çeken insan sayısı pek fazladır. Çoğunun da icazetnamesi yoktur. Hepsi de eserlerinin altına imzasını koyar. İcazetnameli olanlar buna hiddetle karşı çıkarlar. Yani kısacası, dörtbaşı mamur bir kargaşa yaşanır. Kendimi bu kargaşanın dışında tutarım hep. Bilirim ki benim icazetnamem XVIII. yy.'da düzenlenmiştir, Hatip Mehmet Efendi tarafından. Gönül rahatlığıyla imzamı koyarım eserlerimin altına.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder